Hollanda’da Yaşamak – Ne Umduk Ne Bulduk…
Yazıya başlarken şöyle bir tespitte bulunmak istiyorum. Forumlardan ya da seyahat sayfalarından gördüğüm kadarıyla özellikle başka bir ülkede yaşamaya başladıktan sonra insanlara söylediğiniz sözler ya da karşılaştırmalarınız Avrupa seviciliği gibi algılanabiliyor.
Bunları gördükçe nedenini ben de bilemiyorum ama bazı çekincelerim oluştu. Genel olarak gerçekten altında art niyet barındıran ya da sözleri A’dan tutup Z’ye çeken durumlarla savaşmak çok hoş değil ve zamanla zaman kaybı olarak gözükmeye başladı. Bu sebeple baştan anlaşmamızı yaparsak hayatta herkes bazı tercihlerde bulunuyor ve bu tercihlerin devamında da olumlu/olumsuz sonuçlarla karşılaşıyor ve bunları üstlenmek de yetişkin olmanın sorumluluklarına dahil. Dolayısıyla burada deneyimlediğim şeyleri paylaşmak niyetindeyim altında bir başka anlam ya da cümle yok. Sadece gerçek şu ki ben bir karara varmadan önce delilerce Google’da Hollanda’da yaşamak ve binbir çeşit anahtar kelime ile arama yapmıştım. Çünkü bilinmezlik kötü bir şey ve insan kendini neyle karışacağına hazırlamak istiyor. Bunun da en iyi yolu kendi deneyimlerinin farklı olacağını unutmadan bu deneyimlerden kendine bazı çıkarımlar yapmak. Hatta belki karar sürecini etkileyecek bazı gerçeklerle karşılaşmak… Bu sebeple bu yazı da yaşanan ve yorumlanan konular hayal ürünü olmamakla beraber, gerçekle direkt bağlantılı ancak kişinin kendi yaşanmışlığına bağlı göreceli deneyimlerdir…
“EV BULAMAYACAKSINIZ DİYEN DOSTLAR”
Öncelikle ülkeye daha gelmeden önce ev bulmaktan bahsetmek isterim. Gerçekten hayatta lotoya benzetebileceğim bir diğer şeyin Hollanda’da ev bulmak olduğunu düşünmezdim. Ama öyleymiş… Biz bu düşünceyi diğer blogları okudukça kanıksadık. Ama bu süreçte ev bulmak çok zor, sakın ev bulmadan gitmeyin , bizim bir arkadaşın kızı gitmiş açıkta kalmış gibi dıdısının dıdısı üzerinden hikayeleri de bolca dinledik. Evet bir gerçek olarak bu ülkede ev bulmak zor ve bence başlı başına bir uzmanlık altında yazı hikayesi ama bir şekil oluyor işte diyebiliriz. Biz bu zorluğu yolun başında kabul ettik. İlk kabulumuz gözümüzün korkması sebebiyle 3 aylık bir ev bile bulsak nimettir, olur, kabulumuz diye başladık, ancak sonradan aracı firmanın yardımı ve benim bir gün bir ilana denk gelip Oğuzhan’a “ben bu evi istiyorum, nolur olsun” dememle başlayan hikayemizde, şu an o evde oturmuş bu yazıyı yazıyorum. “Olmaz olmaz deme hiç, olmaz olmaz sevgilim, zaman neler gösterir belli olmaz sevgilim” şarkısı çalıyor arka planda, dinleyin… Neyse kısaca ev bulmanın zor olduğu kısımlar şöyle ki; yeni geldiğinizde hiç bilmediğiniz bir yerde merkeze yakın oturmak istiyorsunuz ama müsait evler kısıtlı ve aşırı eski. Üzerine daha gelmeden ev bulmaya çalışıyorsanız o evler zaten kapış kapış gidiyor ve sizin evi seçmeniz yeterli değil, ev sahibinin de sizi talipler arasından seçip değerlendirmesi gerekli… Ama güzel haber: burada Türkiye’de olduğu gibi iki kira bedeli komisyon alırım diyen emlakçılar yok 🙂
“AVRUPALILAR ÇOK SOĞUKTUR GENELLEMESİ”
Bu konuya değinmezsem olmazdı. Şahsen ben de ucundan biraz katılıyor gibiydim ama buraya gelince hayret ettim. Gerçekten hep şikayet edilen, nerede o eski komşuluklar diyen teyzeler olur ya, işte inanmazsınız ama o burada var.
Geldiğimiz gibi markete giderken insanların bizi hiç tanımamasına rağmen selamlaşmasıyla tanıştık. Önce ben bir Oğuzhan’a ya bu adamı tanıyor musun falan dedim ama sonra anladım ki; yok yani bu adamlar selamlaşmayı seviyor. Üzerine yan komşumuz olan yaşlı amca iki İngilizce kelimeyi yan yana getirmekte zorlansa da Dutch ve vücut diliyle bize çöpleri nasıl atacağımızı anlatması şahaneydi. Yaşlı amcaya selam ve sevgilerimle…
Yani kısaca şunu temin edebilirim ki Dutch’ların soğuk insanlar olduğuna tövbe billah inanmam. Gayet güler yüzlü, yardımsever ve tatlı insanlar. Ha bu konu sosyal iletişim için geçerli mi derseniz o biraz sizin iletişminize kalmış. İş hayatınızdaki insanlardan memleketimizdeki gibi Türk kahvesi eşliğinde gıybete düşme seviyesini beklemeyin ama bize her konuda destek olduklarını hatta ve hatta benim karşımdaki iş arkadaşımı resmen kendimce kültür oryantasyon koçu ilan ettiğimi söyleyebilirim. Ayrıca aylık olarak ofis etkinliğini bir geleneğe dönüştürdüğümüz dönemde genç Dutchlarla da gayet muhabbet halinde olabiliyoruz. Yaşadığımız şehirde bir çok farklı ülkeden göçmenin olduğunu da sayarsak, hayat gayet huzurlu mutlu devam ediyor diyebiliriz. Yani o soğuk laflarını ben burası için kabul edemedim üzgünüm…
“ORALARDA AYRIMCILIK YAPIYORLAR KIZIM”
Şimdi bu hassas bir konu. Bence ayrımcılık yapıyorlar dediğimiz durumları da ayrı ayrı tartışabiliriz ama özüne gelecek olursak burada ayrımcılıkla hiç karşılaşmadık diyebilirim. Yani bu konuda aksine oldukça hassaslar ve bunu kanıtlamanız gerekmeden, hissettiğiniz takdirde bildirmeniz bekleniyor. Hatta benim kültür koçumun söylediğine göre hassasiyet derecesi o kadar yükselmiş ki artık yanlış anlaşılmaktan korkularına bazı konularda espiri bile yapmaktan kaçınır olmuşlar. Yani düşünün Christmas zamanı tartışmamız; Black Piet denilen Noel Baba’nın yardımcısının siyah boyalı olmasının insanları ayrımcılığa sürükleyerek kırıcı hale gelmesi.
“ORANIN DİLİNİ BİLMİYORSUNUZ NASIL OLACAK O İŞ”
Gelmeden önce tabii ki bu konu da araştırılan konulardan biriydi. Şimdi buranın dili eski adıyla Flemenkçe denilen bir Germen dili. Öğrenmesi de gerçekten anadili Türkçe olanlar için bence zor. Ama İngilizce bilmeyen bir tek yandaki yaşlı komşuyla karşılaştık galiba. Hani dilim kötü diyen de bizdeki dilim iyi diyenlerle kapışabilir, o derece 7’den 70’e neredeyse İngilizce biliyorlar. Yanı sıra Almanca bilginiz varsa çoğu cümleden cümleye geçerken dil değiştirecek kadar da 3 dile hakim. Tek bir durum dışında; MARKETLER ve BİLGİLENDİRMELER! Arkadaşlar siz dil bilen insanlarsınız yani bana marketlerdeki paketlerin Dutch, Fransızca ve bilimum diğer diller olup İngilizce olmamasını açıklayamazsınız. Ben o translate kamerasına şükrediyorum. Çünkü market seçenekleri o kadar fazla ve değişik ki, anlamam lazım o ne, ne için kullanılıyor. Unun kabartma tozlusundan beyaz ,siyah ,yarı kepekli, ekmek için falan gibi elli tane çeşidi varken, gidip normal anam babam unu hangisi bulmak zorlaşıyor. Ama bir yandan önceden kızsam da şimdi bu duruma biraz açığım çünkü zorunlu olarak günlük ve gerekli kelimeleri öğrenmeye başladık. Bir nevi adaptasyon hızlandırıcı… Özetle günlük hayatınızı iletişim olarak sürdürürken hiç bir sıkıntı çekmezsiniz,yeter ki yazılı bir kaynakla karşılaşmayın…
“HAVASI ÇOK SOĞUK, ÇOK KÖTÜ”
Dürüst olacağım; ne kadar okumuş ve yağmuru kabullenmiş olduğumu düşünsem de gelip de yaşayana kadar bu derece yorucu olacağını bilemedim. Yani yağmur dediğin dikine, hadi bilemedin rüzgarın belli bir açısında yağar. Arkadaş burada 360 dereceden belli aralıklarla fıskiye konmuşçasına nereden geldiğini anlayamadığın bir su damlacığı hücumu var ve sonunda kaçman mümkün değil, baştan sona ISLANACAKSIN!
Benim gibi ıslak mayoyla bile beklemekten haz etmeyenler için pek hoş bir yaşanmışlık değil. Ama tulumlar, pançolar vb önlemler de yok değil. Hadi yağmuru kabul ettiniz diyelim, o yağmurla rüzgar dostluğunu gördüğünüzde mümkünse evden çıkmayın. Hele de bisikletle yani, oturun oturduğunuz yerde… Zaten bir süre sonra İstanbul’da dışarı çıkmak için trafik yoğunluğunu gözlemleyen bu bünye ‘buienradar’ uygulamasında kaçta yağmur beklendiğine bakarak hayatını organize etmeye alışıyor. El mahkum…
“SAĞLIK SİSTEMİ ÇOK KÖTÜ”
Ben bu konuda hala net değilim. Yani dışarıdan gelenler genelde şikayetçi ama yerel halk durumu gayet kanıksamış. Olayı kısaca özetlersek şöyle; doktoru görmek zor. Yani öyle ben grip oldum, böğrüm ağrıyor bıdı bıdı diye hop hastaneye gidemezsiniz. Önce bir aile doktorunuz sizi görecek. Semptomlarınızın yeterince hastanelik olduğuna kanaat getirecek ve sizi hastaneye sevk edecek, ancak öyle. Bunun da koşulu mesela 1 haftadır boğaz ağrısından yemek yiyemiyorsunuz ateşiniz 3 gündür 39 derece ve artık ölüyorsunuz, o zaman hastaneye gidebilirsiniz. Şimdi bunun bir iyi tarafı bir de kötü tarafı var. Evet istediğin zaman hastaneye ulaşabiliyor olmak güze bir şey, güven veriyor ama gerçekten gerekli mi? Özellikle fark ettiğim şey şu oldu ki ben zaten hastaneye bir an önce işe gidebilmek üzere ayağa kalkmak amaçlı gidiyorum. Ama burada hastayım diyerek işe gitmeyebilirsiniz, rapor falan almanıza gerek yok. Bu da şunu beraberinde getiriyor, dinlenerek ve kendini doğal yollarla, belki ufak bir paracetamol desteğiyle bağışıklığını güçlendirerek ayağa kaldırabilirsin. Kulağa mantıklı geliyor. Aile doktorumuzla görüştük ufak bir konu için hastaneye de gittik ancak henüz bu tarz uç bir durumla karşılaşmadık. Karşılaşmamız durumunda ne yapacağımızı da kestiremiyorum. Hala bu sebeple Türkiye’deki sağlık sigortalarımız aktif. Yani bu konuyla ilgili oluşmuş net bir yargımız ne yazık ki yok…
“AVRUPADA ULAŞIM ÇOHİYİ”
Belki Avrupa’nın her yerinde muhteşem, Hollanda’da Amsterdam’da da öyle ama bu Eindhoven’da kesinlikle geçerli değil. Çünkü toplu taşıma sistemi inanılmaz derecede saçma. Sadece otobüs var ve ağı geniş değil ve her türlü aktarma için merkeze gitmeniz gerekli. Bu sebeple arabayla 10 dakikalık yer oluyor otobüsle 40 dakika. Ölür müsün öldürür müsün? Hayır bisikletle gidersin. Çünkü burada toplu taşımaya gerek duymayan kocaman bir bisiklet ordusu var.
“HOLLANDA’NIN DOĞASI ÇOK GÜZEL, HER YER YEŞİL”
Kesinlikle katılıyorum! Ben bu ülkenin her köşesinin yeşil olmasına, 10 dakikalık mesafede bir parka ulaşabilmeye, bisikletle parka çekip iş sonrası akşam yemeği niyetine yayılarak piknik yapıp, güneş altında uzanmaya hastayım. Doğanın renklerini burada daha bir detaylı keşfetmeye başladığımı söyleyebilirim. Gerçekten binbir tonda renkle eve giderken, ağaçlarla kapanmış yoldan bisikletle geçmek benim için bir mutluluk sebebi. Ama ne demiş Yin Yang: “kutuplar karşıtını içinde barındırır…” Bu güzel doğanın bir dezavantajı var ki, böceklerle dost olmanız gerekli. O yeşil çalıların üzerini örümcek ağlarıyla, beyazlıklar içinde görmeniz ve bisikletle içine düşme korkusu yaşamanız da sevdaya dahil, evinizde sürekli bu eklem bacaklılarla savaş halinde yaşamanız da… Tespitim şu ki bu kadar yeşillik tabii ki böcek demek. Ancak daha bizdeki gibi düzenli dolaşan bir ilaçlama arabası da görmedim. Dolayısıyla doğayı bir bütün içerisinde, yeşiliyle, böceğiyle kabul etmek şart.
“ELBET HER ÜLKENİN MEŞHUR BİR YEMEĞİ VARDIR”
YOK! Bu ülkenin gerçekten yok! Yani bu konuya gerçekten bakmamıştım, beni etkiyeceğini de varsaymamıştım. Çok etkilemedi de ama insan bir gıcık oluyor arada.. Yani insanların öğle yemeği aktivitesi sadece sandviç yemek. Yemekten bu kadar keyif almayan ve sadece bir hayatta kalma ihtiyacı olarak karşılayan başka bir toplumla karşılaşmadım. Hollanda mutfağının özeti; eline ne geçerse al, mikserden geçir ve kızart. Kızartma, kızartma, kızartma…
Neyse ki tüm kroketlerini, bıdı bıdılarını sevdim, ondan yana sıkıntı yok. Ayrıca kendi marketlerinde evde yapmak üzere her türlü malzemeyi de kolayca bulabilirsiniz.
“ PARA HARCAMA MEVZUSU”
Bakın ben bu konunun gelene kadar bilincinde değildim ama yemek deyince yazmadan geçemedim. Bu ülkenin en tipik alışkanlığı gereksiz para harcamayı sevmemeleri. Yani bizim bazen pinti olarak nitelendirmelerimiz de bu sınıfa giriyor. Evet Cuma günü restoranlar çakılı, rezervasyonsuz gidemezsiniz ama dışarıda yemek yemek buranın günlük bir aktivitesi değil. Neden? Çünkü para harcanıyor. Yemeğe burada para harcamak 7 günahtan biri de olabilir, şimdi emin olamadım. Ama haklarını yiyemem, keyifçilik konusunda da üstlerine görmedim. Yani bir bahçe işi, evini yenileme, dekorasyon, karavan ya da tatil de o paralara acınmaz. Restoranla eş sayıda dekorasyon mağazası olabilir. Yine de bu aşırı hesaplı oldukları gerçeğini değiştiremez…
“AY BU İNSANLAR HEP OBEZ OLUYORLAR”
Diğer ülkeler için tartışabilir ama Hollanda için değil sevgili okuyucu. Evet biraz iriler, yan yana geldiğimizde kendimi Hagrid yanında durmuş Hermonie gibi hissediyor da olabilirim ama bu şişman oldukları anlamına gelmiyor. Aksine, koca, yaşlı başlı adamlar bile bisiklet tepesinde gezmekten genelde fitler. Genel olarak boş zamanlarında spora önem verdiklerini de söyleyebilirim. Hoş, biz spor yapmıyor olsak da bana günlük bisiklet turları bile yetiyor. Dolayısıyla mutfağı olmayan bu ülkede dilediğinizce yiyip bisiklet üzerinde eritebilirsiniz, kilo hiç dert değil!
“HER ŞEY ÇOK DÜZENLİ”
Katılıyorum. Ama bazı noktalarda… Yani belediye, göçmenlik gibi devlet dairesi olarak nitelediğimiz işlerde gerçekten randevulu ve sistematikler, her şey çok düzenli. Bunun dışında kurallar ve olan talimatlar net, açık ve herkes tarafından takip edilir halde. Yani toplumsal düzen yerinde. Ancak şöyle bir gerçek var ki randevulu sistemler güzel gibi gözükse de mesela çamaşır makineniz bozuldu diyelim. İşte orada randevu almak öyle sinir bozucu ki, nerede o telefonla arayıp yarım saate gelen çatal manzaralı ustam dersiniz. O size verilen tarih ve saat dışında başka sansınız yok. Parayla değil sırayla üzgünüm…
“POSTA”
Yıl olmuş 2020 hala posta mı kalmış demeyin. Buradaki çoğu iş hala posta ile yürüyor. Mesela bir randevunuz var, postayla size bilgi geliyor. Ehliyete başvurdunuz, başvuru süreciniz postayla bildiriliyor. Doğa koruyucu bir ülke olmasının aksine her işin kağıtla yapılıyor olması inanılmaz sinir bozucu. Ayrıca iş yerinde de power point olmasına rağmen o sunum tonla kağıda çıktı alınıyor. Sebebini anlamam mümkün değil, kusura bakmayın açıklayamayacağım…
Çok uzatmamak adına şimdilik burada bırakacağım. Ama bu demek değildir ki bu kadar… Ay bunlar bildiğimiz şeyler siz şunda haber verin dediğiniz şeyler varsa yoruma bırakın hemen bir sonraki ne umduk ne buldukları bu sorularla şekillendirelim 🙂